Aslında annemin yada üvey babamın,
anlattıkları benim için, pek fazla bir önem taşımıyordu, henüz altı yaşında bir
çocuktum, artık babamın olmayacağını bile anlayamamış, mahzun bir çocuk vardı
karşılarında. O yaşımda anlayamadığım gibi, hala bir annenin evlatlarından
vazgeçmesini anlayamadım. Neyse konumuza devam edelim. Artık annemi senede bir
yada iki kez görebiliyordum. Zaman benim
için hem anaya, hem de babaya hasret geçiyordu. Annem beni ayda bir defa
ararsa, arardı. Yani bir annenin evladına yapacağı, annelik bu mu?
Babamın adı artık dedemlerin evinde tabu
olmuştu, kimse bahsedemez, hatta anamazdı. Benim ağzımdan baba kelimesi
çıkınca, kızar ve tekrar bahsetmemem için tembihlerlerdi. 6 yaşıma kadar sadece
babamı bir defa gördüm, hayal meyal hatırlayabiliyorum, belki de tam
hatırlayamıyor, gençlik yıllarından kalma bir resmi ile hayaller kuruyordum.
Geceleri ağlıyor, hep içimdekileri resmine anlatıyordum. Artık okul çağım
gelmişti. Dedem beni okula yazdırdı. Hem okula yazılmam dedemin içini biraz
olsun, rahatlatmıştı. Okulda edineceğim arkadaşlarım ve öğretmenlerimin, bana
anne ve babamın yokluğunu biraz da olsa azaltacağını düşünüyordu. Okula dedemle
gider ve geri dönerdik. İlk okul yıllarım biraz hüzün ve biraz sevinçle geçiyordu.
Ben çocukluğun verdiği bir tasasızlıkla okula gidip geliyordum, ne annemi, nede
babamı unutmadım elbette ama azda olsa, onların yokluğunu okulda çocuklar
sormadıkça aklıma getirmemeye çalışıyordum. Okulda olduğumuz bir gün, bir
arkadaşım rahatsızlandı, annesini aradılar, annesi geldi ve çocuğuna sarılıp
onu teselli etmeye çalışıyordu. Ona bir tanem, canım kızım demesi, beni daha
önce bilmediğim bir acıyla sarstı. Ben annemin yokluğunu o gün, tüm bedenimde
hissettim. Arkadaşımı ne kadar kıskandığımı bile bilmiyordum. Herkes onların
başında, izlerken anne ve kızını, ben sınıfa koşup, kıskançlığım verdiği hüznü
gözyaşlarımla boşaltmaya başladım. Sınıfa gelen öğretmenim benim ağladığımı
görünce sordu, ne oldu vuslat sana diye.
Tam anlatmak istediğim zaman arkadaşlarımda gelip ağladığımı gördüler. Arkadaşlarımın meraklı bakışları ve soruları
karşısında başımı kollarımın arasında, sıraya koydum. Belki utandım, belki de
tıkanmıştım. Çektiğim zorluğu gören öğretmenim, kolumdan tutup, beni müdürün
odasına götürdü. Müdürle beraber tatlı bir dille, bana ne olduğunu
soruyorlardı. Dökülen gözyaşlarımla beraber dudaklarımdan döküldü, içimdeki
isyan. Öğretmenim belki ölürsem, annemde gelip bana sarılır, belki de beni de
ağlamamam ve rahat olmam için beni teselli ederdi. Herkesin kardeşi, annesi ve
babası var, benim neden yok diye çıkmıştı cümleler dilimden. Bu
söylediklerimden başka bir şey
söyleyemedim. Gözyaşlarım beni hızlı bir şekilde terk ediyor, durmak
bilmiyorlardı. Öğretmenim, bak kızım hayat seni seviyor dedi. Eğer hayat seni
sevmezseydi, ben arkadaşların, deden, olmazdık değil mi diye beni teselli
etmeye çalıştı. Öğretmenimden duyduğum bu sözler ve sevgi beni birazda olsa
teselli etmiş ve ağlamayı durdurmuştu.
İlk okul yıllarım, sorunlu geçti. Orta okul
yıllarımda ise yalnızlığı seçmiş, kendime koyduğum hedefi yakalamak için, çok
sıkı bir şekilde çalışıyordum. Ne kimseyle konuşuyor, nede oyunlarına
katılıyordum. Bulduğum her fırsatta, derslerime çalışıyor ve hemşire olmak için
elimden gelenin, fazlasını yapmaya çalışıyordum. Artık okuyup hemşire olmak
benim hayatımın, tek anlamıydı. Kararlıydım olacaktım. Bu kararlılığım
sayesinde. Ortaokulun bitiminde Anadolu lisesi sınavını kazanmıştım. Artık bir
engelin kalmadığına, sıkı çalışmayla hedefime çok yakın olduğuma inanıyordum.
Çok mutluyum artık, hemşirelik kesin diyordum. Tabi ki annemden o darbe
gelinceye kadar…